TANRI GERÇEKTEN ÖLDÜ MÜ?

11 Eylül saldırılarından epey bir süre sonra gittiği bir doktorun bekleme odasında, masanın üzerinde adam bir dergi görür. Aklına yıllar önceki Time Dergisinin ünlü kapağı gelir: Tanrı öldü mü? Bütün bu ölümcül şiddete neden olan şeyler hakkında öfkeyle düşünür ve dini motifli bu saldırının ardındakileri sorgular. Aslında ne düşündüğünü kendisi de bilmeden ‘Tanrı öldü!’ der ve bir şarkı yazmaya başlar. Bu kişi Heavy Metal’in kurucu gruplarından Black Sabbath’ın solisti ve MTV’de reality show programı yapmış olan Ozzy Osbourne’dur. İnançlı bir Katolik olduğunu söyleyen Geezer Butler, onun karalamalarındaki Tanrı karşıtlığını biraz törpüleyerek şarkıya dönüştürür. ‘God Is Dead?’ 2014 Grammy Ödüllerinde En İyi Performans ödülünü kazanır. On binlerce kişi öfkeyle oluşmaya başlamış bu parçayı duygudaşlık içinde dinler: ‘Kötülüğün ırmakları/kuru topraklarda akıyor/ kederde yüzerken, öldürüyorlar, çalıyorlar/ ve borçları çok, yarın artık yok… /Tanrı gerçekten öldü mü?’

Ozzy Osbourne dünyada karşılaştığı kötülük nedeniyle Tanrı’yı suçlayan ne ilk ne de son kişi. Yakınmaları belki böyle popüler bir şarkıya dönüşmese de çoğu kişi dünyadaki kötülük konusunda Tanrı’yı suçlamaya hazırdır. Çocukların, yoksulların, savaşlarda ve soykırımlarda eziyet görenlerin acısını fark eden insanın aklına hep aynı düşünce gelir: ‘Eğer Tanrı varsa neden bu kadar acıya izin veriyor!’ Her Şeye Gücü Yeten Tanrı’nın dünyadaki acıyı ortadan kaldırmak için hiçbir şey yapmadığını, kayıtsız olduğunu sanırlar. Acı çeken sadece bir organ ya da beden değildir, insandır. Acı düşünceleri, duyguları, inançları çarpıtır, dönüştürür. Herkes kendi acısıyla evreni açıklamaya çalışır.

ACI

Her insan doğduğu andan başlayarak acıyı deneyimler. Bebeklerin çektiği acıyı kimse anlamaz, anlatamazlar. Acının karşısındaki bu yalnızlık genel anlamda yaşam boyunca hiç geçmeyecektir. Bebekler sadece ağlayabilir; acılarını açıklayamayacak kadar yetersizdirler. İnsan her zaman acı karşısında çaresizlik, yetersizlik hisseder. Acı çeken kişiyle karşı karşıya olanlar da bu duyguları paylaşırlar ama aslında çekilen acının niteliğini ve derinliğini asla kimse anlayamaz. Bu satırların yazarının çeşitli nedenlerle son beş yılda hastanelerdeki kişisel gözlemlerine göre acı yalnızlaştırır. Çirkin ve kirleticidir. Acı, çekeni mutsuz eder.

Çekilen acının yoğunluğuna bağlı olarak çevresiyle, akrabalarıyla ve en sonunda da yakın ailesiyle ilişkilerini zorlar. Hasta acısını dışa vurmak ister, paylaşmak ve anlaşılmak, hak verilmek ister. İnlemelerin ilk amacı budur, sonraki ise acıyı hafifletme arzusudur. İş çığlıklara, öfke nöbetlerine varırsa yabancılaşma büyür, hasta yalnızlaşır. Sürekli acı tüketicidir.

Hasta bedeninin sahibi değildir. Mahremiyeti yoktur. Eğer hastalığı yatağa bağlamışsa adamlar, kadınlar, hastane görevlileri, doktorlar ve bazen son derece eğitimsiz hastabakıcılar çok da hastanın onayını arama ihtiyacı duymadan onu izler, muayene eder, dokunur, altını temizler, giysilerini değiştirir. Hasta savunmasız ve muhtaçtır. Savunmasız ve muhtaç olmak acıtır. Hasta eğer yatağa bağlı değilse bile insanlarla bağı zayıflar. ‘Acı çeken insan içine kapanır ve başkalarından uzaklaşır’.

Acı çeken hasta, acı çeken insan yalnızlaştıkça, acılı hayattan Tanrı’ya doğru uzaklaşır. ‘Neden’ sorusu vardır aklında hep. Suçlu kim? Ben miyim? Tanrı mı? Tanrı varsa neden acı var? Tanrı var mı? Yoksa Tanrı ‘öldü mü’?

MESİH KARŞITI’NIN PEYGAMBERİ

Friedrich Nietzsche (1844-1900) Lutheran bir papazın oğlu olarak doğdu, dedesi de bir papazdı. Babası o dört yaşındayken akıl hastası olarak öldü. Hastalığın ortaya çıktığı bir yıl çok acılıydı. Otopsi sonrasında beyninin dörtte birini hastalığın tükettiği görüldü. Genç yaşta papaz olmak için yatılı okula gitti. İlahiyat, klasik yazarlar ve dilbilim üzerine eğitim aldıktan sonra inancını yitirip dilbilimde karar kıldı. Yirmi dört yaşında daha doktorası olmadığı halde Basel Üniversitesinde ders vermeye çağırıldı ve on yıl sonra hastalık nedeniyle bırakana dek sürdürdü. Yaygın inanışa göre bir fahişeden kaptığı frengi nedeniyle profesörlük dönemi kısa sürdü. Ondan sonra hastalıklarla ve acılarla mücadele etti. Aklını yitirmiş ve kör bir haldeyken öldü.

Zweig onu şöyle anlatır: ‘Hep tek başınadır, kimse yanına yaklaşmaz, kimse karşılamaz, hiçbir kadın yumuşak varlığıyla gergin atmosferi hafifletmez … Tek başına konuşur, tek başına savaşır, tek başına acı çeker Nietzsche. Hiç kimseye seslenmez, hiç kimse de ona cevap vermez. Ve daha da korkuncu: Kimse onu duymaz’. Hep yalnızdı.

Hep acı çekti. Hem fiziksel hem duygusal acılar. Hastalığı ilerledikçe migren ağrıları, sancılı kusma nöbetleri, geçici körlük, uyku ilacı bağımlılığı dünyasının şekillenmesine ve üslubundaki saldırganlık dozuna katkıda bulunuyordu. Kendisi şiddet yanlısı olmasa bile hayata duyduğu öfke, içinden bir yumruk gibi savrularak boşluğu dövüyordu. Sözcükleri için kullandığı benzetme ‘çekiç’ti.

On beş yıl boyunca otellerde kaldı. Yüzde yetmiş beş kördü. Bu dönemde kendi bedeninden başka kimseyle temas etmedi. Hep yazdı ve içindeki öfkeyi dışarı vurdu. Günümüzden bakınca bir ergenin isyankarlığıyla bağırıyordu. Bu nedenle yirmi birinci yüzyılda en çok delikanlı, başkaldırmaya hazır genç erkek ve kadınlara hitap eder. Çoğunlukla anlaşılmaz; çünkü okuyucusu onun derdini anlayabilecek acı deneyiminden geçmemiştir. Erişkinler ise edepsiz ve kimi zaman eskimiş gelen sözlerle dolu monologlarının ardındaki dehayı görürler. Yine de onu kimse izlemez. Bunun nedeni her şeyin merkezine kendisini koymasıdır. Zweig, ‘Onun esrik düşünce eyleminin amacı yine kendisiydi, kendi kendisinden aldığı zevkti’ der (age sf. 254).

Bir din adamı olan babasının erken yaştaki ölümü Nietzsche’nin yaşamını şekillendiren temel unsurlardan biri olmalı. Cemal Süreya boşuna sormaz, ‘Sizin hiç babanız öldü mü? Benim bir kere öldü kör oldum’. Hele erken yaştaki babasızlık sakat bırakır. Sonra dedesi de ölünce, ailedeki iki din adamını, kolu kanadı olabilecek iki temel erkek figürünü de kaybeder. Evini kaybeder. Annesinin ailesinin yanına taşınır. Orada anne tarafından dedesini de yitirir. Yalnızca kadınlar vardır; beş kadınlı bir evde büyür. Kadınlar bu kadar çokken yaşamında büyük olasılıkla onu bir erkek olarak yetiştirmeyi bilememişlerdir. Bu nedenle büyürken insanlarla ilişki kuramaz. Richard Wagner ve en uzunu bir iki yıl süren arkadaşlıkları da dahil birkaç kişi dışında, hayatında çok yakın arkadaşı olmadı. Kadın olarak Lou von Salome ve bir iki kişi dışında önemli bir isimden söz etmek mümkün değildir. Salome’ye evlilik teklifi yaptığı ileri sürülse de duygusal ilişkileri düşünsel benzerliklerinden ibaret olmalı. Yine de yanında insan istemiş olsa gerek ki 1876 yılında tanıştıklarından iki saat kadar sonra Mathilde Trampedach’a başarısız bir teklifte bulundu. O dönemde ilahiyat okurken Tanrı ile ilişkilerindeki sorunlar ortaya çıkar. Kısa zamanda kendisini ateist olarak tanımlar. Ailesiyle olan son bağları da burada kopar. Yalnız kız kardeşi onu terk etmez. Genç bir ve öfkeli bir adamdır.

En önemli eseri olan Zerdüşt Böyle Diyordu dünyadaki insan, Tanrı ve ahlak anlayışlarına saldırmak için silahı oldu. Kitabın kahramanı olan Zerdüşt aracılığıyla Nietzsche insanları sorgular: ‘Üstün insanı anlatıyorum ben sizlere. İnsan aşılması gereken bir şeydir’. Halka verdiği söylevin sonunda insanlar Zerdüşt’e gülerler; onu bir soytarı, bir ip cambazı sanmışlardır. Halkın tutumuna hayret eden Zerdüşt konuşmaya devam eder, ‘İnsan, hayvanla Üstüninsan arasına gerilmiş bir iptir- uçurum üstünde bir ip’ (sf. 28).

Tanrı da kitapta hedeftedir. Nietzsche’nin daha önce Şen Bilim kitabında kullandığı ‘Tanrı öldü’ ifadesi burada da görülür: ‘Olacak iş mi bu! Bu yaşlı bilge yaşadığı ormanda duymamış mı? Tanrı öldü!’ (sf. 26). Bütün ahlaki ve toplumsal değerlere saldırısını ifade etmek için kullandığı ‘Tanrı öldü’ sözü sonraki yüzyıllara Nietzsche’nin öfkesi ve acısını taşımıştır. Tarihin en sert çağı olan yirminci yüzyılda toplumsal değerlere ve Hristiyanlığa başkaldırının simgelerinden olmuştur. Üstün insan onu sınırlayan din, devlet vb. bütün kurumlar yıkıldığında ortaya çıkacaktır ve her türlü sınırlamadan, zorlamadan uzak kendi kendini inşa edecektir. Bu, ‘kendini aşan insan’ fikri daha sonra başka acı çeken düşünürlere, Varoluşçulara da ilham vermiştir. Kadınlar hakkındaki uygunsuz ifadelerine ve kimi yerlerdeki alelacele yazılmış haline rağmen Zerdüşt olağanüstü bir kitaptır. Yirminci yüzyılın acılarına, umutsuzluğuna ve insanın varoluş sorunlarına ilişkin tanrısız bir kehanet sözü gibidir. Ne var ki onun kehanetleri acının esrikliğinde, öfkeyle büyüyerek Hristiyanlığın iman, umut ve sevgi değerlerine saldırmaya yöneliktir. Zerdüşt’ün son kısmını yalnızca yedi kişiye okutabildi. Keşke Hristiyanlar onu duysaydı. Çağının acılarıyla yoğurulan bu anti-Eyüp için bir umut olur muydu?

Hayatı boyunca milliyetçilik ve Yahudi düşmanlığıyla arası hiç iyi olmamıştı. Ne yazık ki, ölümünden sonra kız kardeşinin Nietzsche’nin yazılarında yaptığı çarpıtmalar yüzünden düşünür uzun süre Yahudi düşmanı olarak tanındı. Nietzsche milliyetçilik karşıtı olsa da savunduğu Üstüninsan, zayıflıkların yok edilmesi vb. düşünceleriyle Nazizm’in tohumlarını atan kişi olduğuna inanılmıştır. Hitler 1943 yılında onun toplu eserlerini İtalya’nın faşist lideri Mussolini’ye hediye etmiş ve bir Nazi olan kız kardeşi Förster’in cenazesine bizzat katılmıştır.

Hem fiziksel hem duygusal acılar içinde yaşamış olan Nietzsche acılarını öfkeyle topluma savurur. ‘Tanrı öldü’ dediğinde tanrısız bir dünyada insanın kendi kendisini inşa etmesi zorunluluğundan söz ediyordu. İnsanlığın yaşam biçimindeki düşük düzey, yüzeysel tatmin arayışları bu amaca hizmet edemezdi. Tanrı’nın toplumsal yaşamdaki etkisinin azalması onu rahatlatsa da toplumsal yozlaşma (decadance) karamsarlığına neden oluyordu. İnsanlığın geleceğinin korkunç olduğunu ifade etmek istiyordu. Dünyadaki acı, ahlaki çöküş, insanların yüzeyselliği ve amaçsızlığı Tanrı’ya ve Hristiyanlık’a karşı şiddetli saldırılarda bulunmasına neden olur. Sevgi, sevecenlik ve merhamet hiç hoşlanmadığı kavramlardır. Güçlü olanın galip geleceğini söyler ve İsa’nın zayıflık içindeki ölümünü kabul edemez. Tıpkı babası gibi zayıflık içinde ölmüştür İsa. Kendisi de babası gibi hastalıklıdır ve ölmekten korkar. İsa’nın ölümündeki ‘insanın yerine geçme’ ve ‘kefaret’ kavramlarını içselleştirememiştir. Bazen acıyı kabul eder, ‘Hayatımın her döneminde muazzam bir acı hep benimleydi’ demesine rağmen acılar içinde geçirdiği başka zamanlarda, ‘Son on beş yıldır sağlıklıyım’ (aktaran Zweig) ve ‘Beni öldürmeyen beni güçlendirir’ der.

Nietzsche 3 Ocak 1889 günü Torino kentinde sokakta yürürken sahibi tarafından kırbaçlanan bir at görür. Sahibi direnen atı harekete geçirmek için onu kırbaçlamaktadır. Bunu görünce dehşete kapılan Nietzsche atı korumak için koşarak kollarını hayvanın boynuna dolar ama sonra gözyaşları içinde yere yığılır. Hemen evine götürülen yazar bir süre komada kalır. Sonra hastanelerde uzun bir zaman geçirmek zorunda kalır ve bir daha hiç akıl sağlığına kavuşamaz. Merhametten nefret ettiğini söyleyen yazarın son eylemi merhametle doluydu. Komadan çıktıktan sonra yazabildiği kısa mektupların bazılarını ‘Mesih Karşıtı’ bazılarını ‘Çarmıha Gerilen’ adıyla imzalar. 25 Ağustos 1900 günü kız kardeşinin evinde ölür.

ÇARMIHA GERİLEREK ÖLEN KİM?

Başlangıçta acı yoktu. Tanrı her şeyi iyi yapmıştı. Yeryüzünde O’nu temsil etmeleri için yarattığı insanlar kısa bir süre sonra O’na başkaldırmış ve O’ndan uzaklaşmışlardır. Günahın ilk sonucunun Her Şeyi Gören Tanrı’dan saklanmaya çalışmak olması (Yaratılış 3:8), insanın sonraki yıllarda, bin yıllarda nereye, ne saçmalıklara varacağının habercisi olmalı. İnsan Tanrı’ya aykırı olanı yaparak dünyaya günahı ve ölümü getirdi. Egemen olması beklenen dünyadaki yetkisini Düşman’a devretti. Bu dünyanın egemeni, insana ölüm, günah ve acı getirdi.

Çocuklar kuklaları izlemekten hoşlanırlar. Gördüklerinin arka planına, işittikleri sözlerin ardında yatanlara çok kafa yormazlar. Onları kolayca eğlendirebilirsiniz. Ama kuklalar canlı olsaydılar sirklerde bisiklete binen köpeklerden, kırbaçlarla zıplatılan aslanlardan daha acıklı bir durumda olurlardı. Tanrı insanları kukla ya da sirk hayvanı olarak yaratmadı! Onlara özgür irade verdi ve Kendisiyle birlikte yaşamalarını arzuladı. ‘Tanrı insanı neden günah işleyebilecek şekilde yarattı?’ diye sorulduğunda, soru sorana verilecek yanıtlardan biri ‘sorular sorabilecek kadar özgür olabilmen için’ olabilir.

İnsana bu özgürlük yetmedi. Gurura kapılıp Tanrı gibi olmak (Yaratılış 3:5) istediler. ‘Yürekteki gururu düşüş … izler’ (Özdeyişler 18:12). İnsan düştü ve günahı ona sürekli acı getirdi. Yine de günahtan dönmek yerine Tanrı’ya sırt çevirmek, her şeyi kendisi bilmek istedi. Gurur her şeyi bildiğini sanmasına neden oldu. ‘Kendini beğenmiş kötü insan Tanrı’ya yönelmez, hep ‘Tanrı yok!’ diye düşünür’ (Mezmur 10:4).

Bütün bunlara, sürekli haksızlığa uğramasına karşın Tanrı insanları hep Kendisine dönmeye çağırdı. ‘Ey dünyanın dört bucağındakiler. Bana dönün, kurtulursunuz. Çünkü Tanrı benim, başkası yok’ (Yeşaya 45:22). İnsan yine de Tanrıymışçasına davranmayı sürdürdü. Ve hep sordu, ‘Niye acı çekiyorum?’. Çocuksu bir tavırla kendi günahının yol açtığı yıkımın sorumluluğunu almak istemez.

Tanrı çocuklarını seven bir Baba gibi davranıp onların hatalarını onarmak ister. Babası olmayanların ya da çarpık bir baba figürü ile yaşamış olanların bu duyguyu paylaşması zordur. Tanrı bu ve benzeri zorlukları aşmak için hep insana doğru adımlar atmıştır. ‘Her Şeye Egemen RAB ‘Bana dönün!’ diyor, ‘Ben de size dönerim’ (Zekeriya 1:3). İnsan hep bağımsız olmak, hep kendi yaptığına ve bildiğine güvenmek, kendi hayatının tanrısı olmak istedi.

Nietzsche’nin Hristiyanlık inancına iman, umut ve sevgiye saldırarak itiraz etmesi yadırgatıcı değildir. İman genel anlamda Tanrı’nın varlığını ve O’nun kimliğini kabul etmektir. Türkçe’de bu sözcük güvenmek kavramıyla birleştirildiğinde ancak Tanrı’nın istediği tutum sergilenebilir. Tanrı insanın kendi yaptıklarına, bildiklerine değil, O’nun kimliğine inanmasını ve bu inancın güven duygusu ile pratiğe uygulanmasını bekler. Yaşamı boyunca acı çeken Nietzsche gibi birinin Tanrı’ya güvenmekte zorlanması anlaşılır.

Bu nedenle Hristiyan inancında umut da önemli bir yer tutar. Sonsuz yaşama sahip olduğunu bilen imanlı, bu dünyadaki sıkıntılara ve acılara göğüs gerebilir. Çünkü bunlar gelecekteki yücelikle karşılaştırılamaz. Bedenimizdeki zayıflık, gelecekte kavuşacağımız diriliş bedeninin verdiği umut nedeniyle tahammül edilebilir hale gelir. Acı içindeki insan, tahammül etme sözünden nefret eder. Nietzsche’nin acıları geleceğe ilişkin boş vaatlerle yatışmayacak kadar derin ve şiddetliydi.

Bu kadar canı yanan birinin sevgi sözcüklerine de inanması, kullanması doğal değildir. Öfkesi, insanlar tarafından terk edilmesi, reddedilmesi, ailesindeki ölümler ve kendisinin de muhtemel acılı ölümü sevgiyi hatırlamasına bile izin vermez. Sadece duygularını paylaştığını sandığı bir iki kadına yaklaşır. Yanıldığını anladığında ergen yanı ağır basar ve o kadınlardan değil yalnızca, tüm kadınlardan umudunu keser.

Yine de iman, umut ve sevgi Nietzsche’de bu kadar önemli temalar olduğuna göre bu noktalardaki cevapları bulabilseydi eğer, kurtulabilirdi diye düşünülebilir. İşte Tanrı’nın Oğlu İsa’yı yeryüzüne göndermesinin nedeni de buydu. Boş gelen vaatlere değil, İsa’nın tanıttığı Kişiye bakmalarını, tanımalarını istedi (Yuhanna 1:18). İsa’ya tanıttığı ve sergilediği Tanrılık nedeniyle güvenmelerini, iman etmelerini bekledi. ‘Bana iman eden beni gönderene iman etmiş olur. Beni gören beni göndereni de görür’ (Yuhanna 12:45).

Bu kadar acı çekmiş birine ‘Allah’tan umut kesilmez’ demek çok teşvik edici olmayabilir. Bu sözün anlamı ‘belki’dir. Daha iyisi ‘Umut düş kırıklığına uğratmaz’ olabilir (Romalılar 5:5). Ama gerçekten de insanın geleceğe bakabilmesini sağlayacak olan İsa Mesih’in dirilişinde etkin olan kudretin anlaşılmasıdır. Tanrı’nın insan yaşamında yaptıklarıyla, umut bugün tutunulacak ve O’nda sabit tutan bir gemi çıpası işlevi haline getirir. İnsanın umuda ihtiyacı vardır. Black Sabbath bu nedenle yukarıda anılan şarkısını ‘Tanrı’nın öldüğüne inanmıyorum’ diye bitirir.

İsa, insanla Tanrı arasında gerilmiş bir ip, bir köprüdür-günah ve ölüm çukurunun üzerinde bir ip. Sevdiği insanların Tanrı’ya ulaşabilmesi için kendisini ‘yerle bir ederek’ aradaki uçurumu engel olmaktan çıkarmıştır. Bütün insanların günahını ve bunun sonucundaki acıyı Kendi üzerine alarak insanların özgürleşmesini sağlar. Tek engel insanın bilgi ya da bir başka şeyi bahane ederek kendini tanrılaştırma yönündeki seçimidir. Bu seçim nedeniyle İsa’yı, Tanrı’yı seçemez.

Bu seçim kibirli öfkesi içindeki Nietzsche’yi Mesih Karşıtı yapmaz. O ancak acılarına rağmen Tanrı’ya sırt çevirmeyen Eyüp’ün karşıtı olabilir. Mesih ise insanlığın acıları için kendini feda eden, gerçek ‘Çarmıha Gerilen’ olarak kalır. Sonra ölümden dirilmiş ve diriliş umudu vermiştir.